Hatice TOPÇU
Köşe Yazarı
Hatice TOPÇU
 

Değişim ve Biz.

DEĞİŞİM VE BİZ  İçinde bulunduğumuz yüzyıl değişimin çok hızlı olduğu ve değişim hızının her geçen gün artarak devam ettiği bir yüzyıldır. Böyle bir yüzyılda nerede olduğumuzu görebilmek için çok yakın geçmişte yaşanan birkaç olaya kısaca değinmek istiyorum.  Birinci olay; 21 Nisan’da Ankara’nın Çubuk ilçesindeki şehit cenazesinde muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan protesto ve atılan yumruk.  Olay sonrasında yumruk atan Osman Sarıgün, adli kontrol kaydıyla serbest bırakıldı. İlginç olay Sarıgün’ün evine dönmesinden sonra yaşandı. Sarıgün’ün evi ziyaretçi akınına uğradı ve bazı ziyaretçiler Sarıgün’ün elini öperek hatıra fotoğrafı çektirdi.  İkinci olay; 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı günü İstanbul Küçükçekmece’de yaşandı. İnsanın insan olduğundan azap çektiği bir olaydı yaşanan. Hayatı henüz anlayıp, anlamlandırmaya çalışan, büyüklerinin kendini koruduğuna inanan süt kokan 5 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz edildi.  Daha önce olduğu gibi bu yavrumuza yapılanlar sonrasında yine toplumsal tepkiler ve tartışmalar; idam, hadim ve benzeri çözüm olacağı düşünülen konular konuşuldu, konuşuluyor.   Konuya ilişkin cinsel istismar önergelerinin akıbetlerini sanırım hepimiz biliyoruz. Bu kadar hassas bir konuyla ilgili önergeler neden reddedilir?   Bakın 1 Mayıs İsçi ve Emekçilerin Bayramı, dünyada birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü olarak kutlanan bu günle ilgili akıllarda kalan yine yasaklı meydanlar oldu. O meydanlara yaklaşanların yerlerde sürüklenme görüntüleri yine hafızalardaki yerini aldı.   Yine 3 Mayıs Dünya Basın ve Özgürlükler Günüydü. Ülkemizde 147 gazeteci tutuklu. Dünya basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke içerisinde 157. sıradayız.  Değişim demiştik! Değişimin iki yönü vardır. Biri ileri doğru olanı; buna ‘İlerleme’ denir. Diğeri geriye doğru olanı. Buna da ‘Gerileme’ denir.   İlerlemek için gelişmiş ülkeler insana yatırım yaparlar. Eğitimi önceliklendirir ve bireylerine kaliteli eğitim sunarlar. İnsan hak ve özgürlüklerini üst düzeyde tutarlar. Bilime, teknolojiye ve sanata değer verirler ve devleti sosyalleştirirler. Hepsinden önemlisi bu ülkeler; üretim ülkesidirler ve istihdam oranları yüksektir. Bunun doğal sonucu olarak da kişiler milli gelirden yüksek oranda pay alırlar.  Yukarıda belirtilen göstergelere sahip ülkelerde kitap okuma,  kültürel ve sanatsal faaliyet oranları yüksektir.  İnsanların gelecek kaygıları olmadığından kendilerini geliştirme kabiliyetleri yüksektir.    İleriye doğru değişemeyen ülkeler gelince; her şeyden önce ekonomik yönden gelişememişliğin getirdiği, kararlarını bağımsız alamamanın sonucunu yaşarlar. Üretim potansiyellerini kullanamadıklarından tüketim ülkesidirler. Böyle ülkelerin eğitim politikalarını bağımsız olarak belirleyebilmeleri ne yazık ki hayalden öteye gidemez.  Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı demiştik! 1920’de meclis çok zor koşullarda açıldı. O günlerde; Düzce, Hendek, Gerede, Bolu bölgesinden başlayıp Nallıhan, Beypazarı üzerinden Ankara’ya yaklaşan gerici ayaklanmalar söz konusuydu. Atatürk bir yandan bu ayaklanmaları durdurmaya, bir yandan da milletvekillerinin bu olaylardan olumsuz etkilenmemelerini ve meclisin toplanabilmesini sağlamaya çalışıyordu. Sonunda gelebilen milletvekilleriyle birlikte 23 Nisan Cuma günü,  Hacı Bayram Camiinde kılınan cuma namazından sonra meclis açıldı.  Büyük önderler büyük resmi görebilenlerdir. Bu yüzden Atatürk, bu günü geleceğimize, sevgili çocuklarımıza armağan etmiştir. Onun, “Çocuklarını koruyamayan devletler gelişemezler!” tespiti bir bütünü gören ve o bütünün içinde en değerli varlık olan çocuklara işaret eden büyük bir vizyondur.  Ulusal Egemenlik Haftasını gerçekten bir çocuk haftasına dönüştürebiliriz. Çocuklarımızın etkin olduğu ve sorunlarının dile getirildiği platformlar oluşturabiliriz. Çocuklarımızın gerçekten içinde mutlu oldukları etkinlikleri onlarla birlikte oluşturabiliriz. O haftayı çocukların dünyasını anlama ve farkındalık haftası yapabiliriz. Bütün bunları yapabilmek bizim için çok zor olmasa gerek. Çünkü biz, zaman farkıyla bir zamanlar çocuktuk.   Üzerinden defalarca geçilerek oluşturulmuş metinleri çocuklarımızın ellerine tutuşturup, onları kısa süreli makamlara oturtmakla bütün bunları yapabilme şansımız maalesef yoktur.  İstismara uğrayan bebekler ve çocukların feryatları yüreklerimizi dağlarken, sadece görünürde durumu kurtarmaktan öteye gidemeyen bu uygulamalardan vaz geçmeliyiz.  Hiç güzel bir tablo çizmedim biliyorum. Değişime uyum sağlamayı bırakın çocuklarımızı koruyamıyoruz. Farklılıklara saldırıyoruz, onlardan kurtulmanın yolunu şiddette arıyoruz. Düşüncesini ifade eden gazeteci, yazarlarımızı içeri tıkıyoruz. Meydanlara çıkıp kendini ifade etmeye çalışan insanların ağızlarını kapatıyor, ellerini kelepçeliyoruz.  Gelelim ne yapmalıyız? Sorusuna.  Bütün bunları değiştirecek ve dönüştürecek olan biziz. Bir önceki yazımda sizlere ‘Çoban Ateşi’ hikâyesinden bahsetmiştim. Anadolu’nun ortasında küçük bir çoban ateşi yakan kendilerinden öte; gelecek dolu inançları olan insanlardan bahsetmiştim. Bizim ülkemizin o güzel insanlarını saygıyla anıyorum. Onlara çok şey borçluyuz. Onların emanetini ‘Cumhuriyeti’ devam ettirme sorumluluğumuz ve görevimiz var. Sanıyorum Anadolu’nun ortasında yeniden bir ‘Çoban Ateşi’ yakmanın vakti geldi. 
Ekleme Tarihi: 05 Mayıs 2019 - Pazar

Değişim ve Biz.

DEĞİŞİM VE BİZ 


İçinde bulunduğumuz yüzyıl değişimin çok hızlı olduğu ve değişim hızının her geçen gün artarak devam ettiği bir yüzyıldır. Böyle bir yüzyılda nerede olduğumuzu görebilmek için çok yakın geçmişte yaşanan birkaç olaya kısaca değinmek istiyorum. 


Birinci olay; 21 Nisan’da Ankara’nın Çubuk ilçesindeki şehit cenazesinde muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan protesto ve atılan yumruk. 


Olay sonrasında yumruk atan Osman Sarıgün, adli kontrol kaydıyla serbest bırakıldı. İlginç olay Sarıgün’ün evine dönmesinden sonra yaşandı. Sarıgün’ün evi ziyaretçi akınına uğradı ve bazı ziyaretçiler Sarıgün’ün elini öperek hatıra fotoğrafı çektirdi. 


İkinci olay; 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı günü İstanbul Küçükçekmece’de yaşandı. İnsanın insan olduğundan azap çektiği bir olaydı yaşanan. Hayatı henüz anlayıp, anlamlandırmaya çalışan, büyüklerinin kendini koruduğuna inanan süt kokan 5 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz edildi. 


Daha önce olduğu gibi bu yavrumuza yapılanlar sonrasında yine toplumsal tepkiler ve tartışmalar; idam, hadim ve benzeri çözüm olacağı düşünülen konular konuşuldu, konuşuluyor.  


Konuya ilişkin cinsel istismar önergelerinin akıbetlerini sanırım hepimiz biliyoruz. Bu kadar hassas bir konuyla ilgili önergeler neden reddedilir?  


Bakın 1 Mayıs İsçi ve Emekçilerin Bayramı, dünyada birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü olarak kutlanan bu günle ilgili akıllarda kalan yine yasaklı meydanlar oldu. O meydanlara yaklaşanların yerlerde sürüklenme görüntüleri yine hafızalardaki yerini aldı.  


Yine 3 Mayıs Dünya Basın ve Özgürlükler Günüydü. Ülkemizde 147 gazeteci tutuklu. Dünya basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke içerisinde 157. sıradayız. 


Değişim demiştik! Değişimin iki yönü vardır. Biri ileri doğru olanı; buna ‘İlerleme’ denir. Diğeri geriye doğru olanı. Buna da ‘Gerileme’ denir.  


İlerlemek için gelişmiş ülkeler insana yatırım yaparlar. Eğitimi önceliklendirir ve bireylerine kaliteli eğitim sunarlar. İnsan hak ve özgürlüklerini üst düzeyde tutarlar. Bilime, teknolojiye ve sanata değer verirler ve devleti sosyalleştirirler. Hepsinden önemlisi bu ülkeler; üretim ülkesidirler ve istihdam oranları yüksektir. Bunun doğal sonucu olarak da kişiler milli gelirden yüksek oranda pay alırlar. 


Yukarıda belirtilen göstergelere sahip ülkelerde kitap okuma,  kültürel ve sanatsal faaliyet oranları yüksektir.  İnsanların gelecek kaygıları olmadığından kendilerini geliştirme kabiliyetleri yüksektir.   


İleriye doğru değişemeyen ülkeler gelince; her şeyden önce ekonomik yönden gelişememişliğin getirdiği, kararlarını bağımsız alamamanın sonucunu yaşarlar. Üretim potansiyellerini kullanamadıklarından tüketim ülkesidirler. Böyle ülkelerin eğitim politikalarını bağımsız olarak belirleyebilmeleri ne yazık ki hayalden öteye gidemez. 


Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı demiştik! 1920’de meclis çok zor koşullarda açıldı. O günlerde; Düzce, Hendek, Gerede, Bolu bölgesinden başlayıp Nallıhan, Beypazarı üzerinden Ankara’ya yaklaşan gerici ayaklanmalar söz konusuydu. Atatürk bir yandan bu ayaklanmaları durdurmaya, bir yandan da milletvekillerinin bu olaylardan olumsuz etkilenmemelerini ve meclisin toplanabilmesini sağlamaya çalışıyordu. Sonunda gelebilen milletvekilleriyle birlikte 23 Nisan Cuma günü,  Hacı Bayram Camiinde kılınan cuma namazından sonra meclis açıldı. 


Büyük önderler büyük resmi görebilenlerdir. Bu yüzden Atatürk, bu günü geleceğimize, sevgili çocuklarımıza armağan etmiştir. Onun, “Çocuklarını koruyamayan devletler gelişemezler!” tespiti bir bütünü gören ve o bütünün içinde en değerli varlık olan çocuklara işaret eden büyük bir vizyondur. 


Ulusal Egemenlik Haftasını gerçekten bir çocuk haftasına dönüştürebiliriz. Çocuklarımızın etkin olduğu ve sorunlarının dile getirildiği platformlar oluşturabiliriz. Çocuklarımızın gerçekten içinde mutlu oldukları etkinlikleri onlarla birlikte oluşturabiliriz. O haftayı çocukların dünyasını anlama ve farkındalık haftası yapabiliriz. Bütün bunları yapabilmek bizim için çok zor olmasa gerek. Çünkü biz, zaman farkıyla bir zamanlar çocuktuk.  


Üzerinden defalarca geçilerek oluşturulmuş metinleri çocuklarımızın ellerine tutuşturup, onları kısa süreli makamlara oturtmakla bütün bunları yapabilme şansımız maalesef yoktur.  İstismara uğrayan bebekler ve çocukların feryatları yüreklerimizi dağlarken, sadece görünürde durumu kurtarmaktan öteye gidemeyen bu uygulamalardan vaz geçmeliyiz. 


Hiç güzel bir tablo çizmedim biliyorum. Değişime uyum sağlamayı bırakın çocuklarımızı koruyamıyoruz. Farklılıklara saldırıyoruz, onlardan kurtulmanın yolunu şiddette arıyoruz. Düşüncesini ifade eden gazeteci, yazarlarımızı içeri tıkıyoruz. Meydanlara çıkıp kendini ifade etmeye çalışan insanların ağızlarını kapatıyor, ellerini kelepçeliyoruz. 


Gelelim ne yapmalıyız? Sorusuna.  Bütün bunları değiştirecek ve dönüştürecek olan biziz. Bir önceki yazımda sizlere ‘Çoban Ateşi’ hikâyesinden bahsetmiştim. Anadolu’nun ortasında küçük bir çoban ateşi yakan kendilerinden öte; gelecek dolu inançları olan insanlardan bahsetmiştim. Bizim ülkemizin o güzel insanlarını saygıyla anıyorum. Onlara çok şey borçluyuz. Onların emanetini ‘Cumhuriyeti’ devam ettirme sorumluluğumuz ve görevimiz var. Sanıyorum Anadolu’nun ortasında yeniden bir ‘Çoban Ateşi’ yakmanın vakti geldi. 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rizeninsesi.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
timbir - birlik haber ajansi