Ceyhun KALENDER
Köşe Yazarı
Ceyhun KALENDER
 

İNSAN, ŞEHİR VE ŞEHİRCİLİK

Şehirler altı bin yıl önce keşfedildiğinden beri müthiş bir hızla büyüyor. Altı milyon yıllık tarihinin büyük bir kısmını aileleri ve yakın çevreleriyle yalıtışmış coğrafyalarda geçiren insanların şehirleri üretim fazlalarını takas etmek için kurdukları biliniyor. Kent yaşamına geçildikten sonra geçen zaman içinde şehircilik gelenekleri, mimari ve şehir kültürü de değişip gelişiyor. Dünyadaki marka şehirlere bakıldığında, tarihi dokusunu koruyarak modern insanın da ihtiyaçlarına cevap veren, eğlenceli ve güvenli şehirler ön plana çıkıyor. Peki her geçen gün nüfusunun daha da yoğunlaştığı şehirlerin başlıca hangi özelliklere sahip olması gerekir? İnsanoğlu simetri sever, binaların boylarının mimari stillerinin aynı bölgelerde benzer olmasını sever. Örneğin İstanbul ve New York’taki gökdelenleri ele alalım. New York’ta bütün gökdelenler bir arada olduğu için kendi içinde tutarlı bir güzelliği var. Turistler bu yüksek binaların bir tarihi geçmişi, bir hikayesi olmasa da New York silüetinin fotoğrafını çeker. Ama İstanbul’daki gökdelenlere bakarsak şehre rastgele serpiştirildiği için belediyenin bir şehircilik planı yapmadığı, ilk uyananın istediği yere gökdeleni diktiği izlenimi veriyor. Tabii ki bu gökdelenler şehre güzellik katacağına çıban gibi göz zevkimizi bozuyor. Hiçbir turistin özellikle gökdelenlerin fotoğrafını çektiğini gördünüz mü? Tabii ki aşırı düzen de insana sıkıntı veriyor. Eski doğu bloku ülkelerindeki sıra sıra evler düzenli ama içinde bir dinamizm, mimarların kreatif hareket alanı yok; refah ve kültürü değil, dayatma ve tek tipleştirmeyi temsil ediyor. Onun için yapmamız gereken Amsterdam, San Francisco gibi şehirleri örnek almak olmalı. Örneğin, bu şehirlerde bina yüksekliği ve genişliği belediye tarafından belirleniyor; düzen sağlanıyor ama bu sınırlar içinde mimarlara özgür alan açılıyor. Binanın stilini, rengini vs. mimarlar özgürce belirliyor. Güzellik; kaos ve sıkıcılık arasındaki noktada gizli. Az önce Amerika örneğini vermiştik. Her şeyi doğru yaptıklarını düşünmeyin. Amacımız her şehir planlamacılığının doğru olan kısmını almak olmalı, doğrusu ve yanlışıyla birebir kopya edersek, tarihimizden, kültürümüzden bize miras kalan doğru şehirciliği buna feda edersek köksüz bir kötü taklitten öteye gidemeyiz. ABD, banliyö yaşam ve AVM kültürüyle önce mahalleleri yok etti, şehir plancılığında dairesellik, meydan merkezli yapmayarak da caddelerini yok etti. Sonunda ıssız, insansı, insanların sevimli görünen evlere ve arabalara hapsolduğu, enerjisi düşük, kişiliği olmayan, yalnız şehirler ve antidepresana muhtaç vatandaşlar yarattı...   Sevdiğimiz, içinde olmak istediğimiz caddeleri bir düşünelim. Bu caddelerde yürüyüş hizasında marketler, kafeler, mağazalar, kitapçılar görürürüz. Hemen üst katlarda ofisler, apartman daireleri vardır… Örneğin (maalesef eskide kalan) İstiklal Caddesi: Bizler; hayatı ve en önemlisi insanı, toplu yaşamı seven bir toplumuz. Ailemiz, akrabalarımız, komşularımız, mahallemiz, esnafımız, hemşehrilerimiz, vatanımız… Kötü şehir altyapısı ve çocuklarımız için sokak güvensizliği sebebiyle bizi kapısında bariyerli, 20 katlı sitelere mahkum eden bir şehirciliğe razı mıyız? Artık güzel mahalle kültürümüzün yerini rezidans ve AVM’ler aldı, maalesef. Kopyala-Yapıştır mantığıyla aynı markaların ısıtılıp ısıtılıp yeniden önümüze sunulduğu, yerel hiçbir butiğin, manavın kasabın, kitabevinin, kafenin yer bulamadığı, komşuluk ve mahalle sakinliğinin o sıcak ilişkisinin müşteri eksenli para ilişkisine indirgendiği yerlerdir AVM’ler. Tabii ki olması gereken yerler vardır ama mahalle dokusunu yıkma pahasına değil… Böyle giderse bizi biz yapan, bizi diğer kültürlerden ayrıcalıklı kılan bütün güzelliklerimizi kaybetmiş olacağız. Meydanlar şehirlerin kalbidir. Hepimiz insanız, çevremizde insan görmeye ihtiyacımız var. Meydanlar, insanların doğal buluşma alanıdır. Demokrasilerin merkezidir. Canlıdır. Meydanlar şehirlerin kimliğidir. Bugün İzmir’deki Konak Meydanı ya da İstanbul’daki Taksim Meydanı şehirlerin karakterini temsil eder. Onun için çok büyük özenle planlaması yapılmalıdır. Kültürel ve sosyal aktiviteler için de doğal sahne olan meydanların yerel ekonomiye ciddi katkıları vardır. Çevresindeki emlak fiyatlarını da artırır. Merkezi bir çekim noktası yaratır. İyi tasarlanmış şehirler meydanları şehrin ağırlık merkezi yapar. Hayat buraya akar. Günümüzde şehirler ulaşım kolaylığını önceliklendirmek amacıyla mazgal tipi tasarlanıyor. Bu inanılmaz büyük bir hata. Zira, insanların bir meydanda toplanmasına vesile olmazsanız, ne sokakta insan görürsünüz, ne sokak sanatçıları ne de yaşayan şehirler. Ünlü yazar Joseph Campbell ne güzel söylemiş: “Bir toplumun neye inandığını görmek isterseniz, ufuktaki en yüksek binaların hangi işlere adandığına bakın.”  Şu anki şehircilik anlayışımız milletimizin değerlerinden uzak, birkaç çıkar odağına hizmet eder nitelikte, maalesef. Yoksa, örneğin, güzeller güzeli Dolmabahçe Camiimize bir gökdelenin tepeden bakmasına izin vermezdik. Başka bir şehre geldiğinizi nasıl anlarsınız? Her köşe başında olan zincir kafeler ya da mağazaların bizi heyecanlandırmayacağı aşikar. Şehrin sihri oradaki yerel dükkanlarla, restoranlarla, sanat galerileriyle, tarihi dokusuyla ortaya çıkar. İyi şehir yönetimi de bir şehri diğer kentlerden ayıran özellikleri öne çıkarabilmekle olur. Arabalarımız bizler için ilave özgürlük alanı olmalı. Günlük hayatımızı yaşayabilmemiz için bir protez değil. Peki, bunu nasıl başarabiliriz? İnsanların yürümesi için arabadan daha iyi bir deneyim yaşatmalıyız. Bunun için de aşağıdaki 4 meseleyi çözmeliyiz. 1) Yürüyüşü konforlu yapmalıyız. Yürünecek güzel kaldırımlar ve doğru sokak altyapısını sağlamalıyız. 2) İnsanların yürümesi için bir sebep vermeliyiz. Yürünebilecek mesafede okullar, dükkanlar, sağlık merkezleri, kafeler ve toplu taşım durakları olmalı. 3) Yürüyüş yolları hem güvenli olmalı hem de güvenli hissedilmeli. 4) Yürüyüş parkuru cazip olmalı. Bunu da büyük ölçüde yerel işletmeleri destekleyerek yapmalıyız. Her köşe başında gördüğümüz zincir mağazaların yanından yürümenin bir cazibesi yok Ama en güzeli daha en başta yaya odaklı bir şehircilik yapabilmekte.  İnsan biyolojisinin en büyük başarılarından biri taşımacılıktır. Vücüdumuzda 100 bin kilometre damar var. Dolaşım sistemimizin başarılarından esinlenmemiz gereken iki konu  var. Birincisi damarlarımızın 3 boyutlu yayılımları var: Bizim de sadece yüzeyden giden yollardan değil, yer altından ve yer üstünden giden alternatif kanallara ihtiyacımız var. Örneğin İstanbul taşımacılığının sadece 10’u yer altından oluyor. 5’i denizden oluyor. Biyolojiden öğreneceğimiz diğer bir esin kaynağı da alyuvarlardır. Oksijen taşıyan alvuyarlar, karaciğerin ya da midenin alyuvarı değildir. Bütün vücudun ortak kullanımına açıktır. Oksijeni bir organa taşıdıktan sonra başka organa hizmet ederler. Unutmayalım ki alyuvarlar paylaşım ekonomisi sayesinde yüzde 95 kapasite ile çalışıyor. Toplu taşım ve paylaşılan araçlar çok daha verimlidir. Herkesin kendi arabasını satın aldığı, 2 saat kullanıp 22 saat aracın atıl kaldığı bir sistem verimli olamaz. Ayrıca arabalara harcadığımız paranın yüzde 85’i yerel ekonomide kalmıyor. Halbuki toplu taşım yerel ekonomiyi geliştirmek açısından da çok önemlidir. Peki, bir Türk şehri nedir? Hiç düşündük mü? Nasıl olmalıdır? Dünyadaki diğer birçok kültürlerden hangi özelliklerle ayrılır? Binlerce yıllık kültürümüzle yoğrulmuş, olmazsa olmazlarımızı önce incelemeli ve bunlardan ders çıkarmalıyız. Tarihimize bakarsak şehirlerimizde hakim iradenin, yani devletin baskınlığı gözümüze çarpmaz. Buna bakıldığında şu an yapılan sarayların, bakanlık binaların gösterişli hali bizim kültürümüzle bağdaşmamaktadır. Şehirlerimizde yollarımız, meydanlara çıkar. Bu meydanlarda yönetim unsurları, camiler ve dükkanlar vardır. Şehrin kalbi meydanlarda atar. Şehirlerimiz doğayla savaşmaz. Onunla bütünleşir, ona saygı duyar. Örneğin deniz kenarındaki şehirlerimiz kıyıya dik kurulur ki rüzgarlar içerilere girebilsin. Ayrıca eski Türk evlerine dönülmeli, buna göre şehirler imar edilmelidir. Türk evlerinde hayatın büyük bölümünün geçtiği, sokaktan ayrılmış avlular vardır. Avlular neden önemlidir? Doğal aydınlatma ve havalandırma sağlar. Mekanları birbirine bağlar ve birbirinden ayırır. Ekstra yaşam alanı sağlar. Bahçe atmosferi sağlar. Mahremiyet sağlar. Türk evleri cumbalı ve kanatlı ahşap yapılardır. Cumbalar çok geniş bir manzara olanağı sağlar. Sokakta oynayan çocuklarımızın takibine fırsat verir. Sıcak günlerde evi güneşten korur. Ve pencereler de sokakla odaların etkileşimini sağlaması için alçak yapılmıştır. Cumba stili marka olacak mahallelerde belediyeler tarafından teşvik edilmelidir. İnsanları mutlu edecek yaşam biçimi binlerce yıldır değişmedi. Hepimiz komşularımızın bizi kolladığı, çocuklarımıza tüm mahallenin sahip çıktığı, yürüyerek hayatımızı idame ettirebildiğimiz ve sokakları cıvıl cıvıl olan, hayat kokan şehirler hayal ediyoruz. Böyle güzel şehirler kurmak hiç de zor değil. Yeter ki bu vizyonda yöneticilerimiz olsun. İşte böyle bir Rize’de yaşamak hepimizin en büyük hayali değil mi? İlk etapta zor gibi görünse de, eğer buna inanan yöneticiler ve bunun için çaba gösteren bir halk varsa yakın bir gelecekte hayata geçmesi hayal değil.
Ekleme Tarihi: 26 Mayıs 2020 - Salı

İNSAN, ŞEHİR VE ŞEHİRCİLİK

Şehirler altı bin yıl önce keşfedildiğinden beri müthiş bir hızla büyüyor. Altı milyon yıllık tarihinin büyük bir kısmını aileleri ve yakın çevreleriyle yalıtışmış coğrafyalarda geçiren insanların şehirleri üretim fazlalarını takas etmek için kurdukları biliniyor. Kent yaşamına geçildikten sonra geçen zaman içinde şehircilik gelenekleri, mimari ve şehir kültürü de değişip gelişiyor.


Dünyadaki marka şehirlere bakıldığında, tarihi dokusunu koruyarak modern insanın da ihtiyaçlarına cevap veren, eğlenceli ve güvenli şehirler ön plana çıkıyor.


Peki her geçen gün nüfusunun daha da yoğunlaştığı şehirlerin başlıca hangi özelliklere sahip olması gerekir?

İnsanoğlu simetri sever, binaların boylarının mimari stillerinin aynı bölgelerde benzer olmasını sever. Örneğin İstanbul ve New York’taki gökdelenleri ele alalım. New York’ta bütün gökdelenler bir arada olduğu için kendi içinde tutarlı bir güzelliği var. Turistler bu yüksek binaların bir tarihi geçmişi, bir hikayesi olmasa da New York silüetinin fotoğrafını çeker.


Ama İstanbul’daki gökdelenlere bakarsak şehre rastgele serpiştirildiği için belediyenin bir şehircilik planı yapmadığı, ilk uyananın istediği yere gökdeleni diktiği izlenimi veriyor. Tabii ki bu gökdelenler şehre güzellik katacağına çıban gibi göz zevkimizi bozuyor. Hiçbir turistin özellikle gökdelenlerin fotoğrafını çektiğini gördünüz mü?


Tabii ki aşırı düzen de insana sıkıntı veriyor. Eski doğu bloku ülkelerindeki sıra sıra evler düzenli ama içinde bir dinamizm, mimarların kreatif hareket alanı yok; refah ve kültürü değil, dayatma ve tek tipleştirmeyi temsil ediyor.


Onun için yapmamız gereken Amsterdam, San Francisco gibi şehirleri örnek almak olmalı. Örneğin, bu şehirlerde bina yüksekliği ve genişliği belediye tarafından belirleniyor; düzen sağlanıyor ama bu sınırlar içinde mimarlara özgür alan açılıyor. Binanın stilini, rengini vs. mimarlar özgürce belirliyor. Güzellik; kaos ve sıkıcılık arasındaki noktada gizli.


Az önce Amerika örneğini vermiştik. Her şeyi doğru yaptıklarını düşünmeyin. Amacımız her şehir planlamacılığının doğru olan kısmını almak olmalı, doğrusu ve yanlışıyla birebir kopya edersek, tarihimizden, kültürümüzden bize miras kalan doğru şehirciliği buna feda edersek köksüz bir kötü taklitten öteye gidemeyiz. ABD, banliyö yaşam ve AVM kültürüyle önce mahalleleri yok etti, şehir plancılığında dairesellik, meydan merkezli yapmayarak da caddelerini yok etti. Sonunda ıssız, insansı, insanların sevimli görünen evlere ve arabalara hapsolduğu, enerjisi düşük, kişiliği olmayan, yalnız şehirler ve antidepresana muhtaç vatandaşlar yarattı...  


Sevdiğimiz, içinde olmak istediğimiz caddeleri bir düşünelim. Bu caddelerde yürüyüş hizasında marketler, kafeler, mağazalar, kitapçılar görürürüz. Hemen üst katlarda ofisler, apartman daireleri vardır… Örneğin (maalesef eskide kalan) İstiklal Caddesi:


Bizler; hayatı ve en önemlisi insanı, toplu yaşamı seven bir toplumuz. Ailemiz, akrabalarımız, komşularımız, mahallemiz, esnafımız, hemşehrilerimiz, vatanımız… Kötü şehir altyapısı ve çocuklarımız için sokak güvensizliği sebebiyle bizi kapısında bariyerli, 20 katlı sitelere mahkum eden bir şehirciliğe razı mıyız?


Artık güzel mahalle kültürümüzün yerini rezidans ve AVM’ler aldı, maalesef. Kopyala-Yapıştır mantığıyla aynı markaların ısıtılıp ısıtılıp yeniden önümüze sunulduğu, yerel hiçbir butiğin, manavın kasabın, kitabevinin, kafenin yer bulamadığı, komşuluk ve mahalle sakinliğinin o sıcak ilişkisinin müşteri eksenli para ilişkisine indirgendiği yerlerdir AVM’ler. Tabii ki olması gereken yerler vardır ama mahalle dokusunu yıkma pahasına değil…


Böyle giderse bizi biz yapan, bizi diğer kültürlerden ayrıcalıklı kılan bütün güzelliklerimizi kaybetmiş olacağız.


Meydanlar şehirlerin kalbidir. Hepimiz insanız, çevremizde insan görmeye ihtiyacımız var. Meydanlar, insanların doğal buluşma alanıdır. Demokrasilerin merkezidir. Canlıdır. Meydanlar şehirlerin kimliğidir. Bugün İzmir’deki Konak Meydanı ya da İstanbul’daki Taksim Meydanı şehirlerin karakterini temsil eder. Onun için çok büyük özenle planlaması yapılmalıdır. Kültürel ve sosyal aktiviteler için de doğal sahne olan meydanların yerel ekonomiye ciddi katkıları vardır. Çevresindeki emlak fiyatlarını da artırır. Merkezi bir çekim noktası yaratır.


İyi tasarlanmış şehirler meydanları şehrin ağırlık merkezi yapar. Hayat buraya akar. Günümüzde şehirler ulaşım kolaylığını önceliklendirmek amacıyla mazgal tipi tasarlanıyor. Bu inanılmaz büyük bir hata. Zira, insanların bir meydanda toplanmasına vesile olmazsanız, ne sokakta insan görürsünüz, ne sokak sanatçıları ne de yaşayan şehirler.


Ünlü yazar Joseph Campbell ne güzel söylemiş:


“Bir toplumun neye inandığını görmek isterseniz, ufuktaki en yüksek binaların hangi işlere adandığına bakın.” 


Şu anki şehircilik anlayışımız milletimizin değerlerinden uzak, birkaç çıkar odağına hizmet eder nitelikte, maalesef. Yoksa, örneğin, güzeller güzeli Dolmabahçe Camiimize bir gökdelenin tepeden bakmasına izin vermezdik.


Başka bir şehre geldiğinizi nasıl anlarsınız? Her köşe başında olan zincir kafeler ya da mağazaların bizi heyecanlandırmayacağı aşikar. Şehrin sihri oradaki yerel dükkanlarla, restoranlarla, sanat galerileriyle, tarihi dokusuyla ortaya çıkar. İyi şehir yönetimi de bir şehri diğer kentlerden ayıran özellikleri öne çıkarabilmekle olur.


Arabalarımız bizler için ilave özgürlük alanı olmalı. Günlük hayatımızı yaşayabilmemiz için bir protez değil. Peki, bunu nasıl başarabiliriz?


İnsanların yürümesi için arabadan daha iyi bir deneyim yaşatmalıyız. Bunun için de aşağıdaki 4 meseleyi çözmeliyiz.


1) Yürüyüşü konforlu yapmalıyız. Yürünecek güzel kaldırımlar ve doğru sokak altyapısını sağlamalıyız.


2) İnsanların yürümesi için bir sebep vermeliyiz. Yürünebilecek mesafede okullar, dükkanlar, sağlık merkezleri, kafeler ve toplu taşım durakları olmalı.


3) Yürüyüş yolları hem güvenli olmalı hem de güvenli hissedilmeli.


4) Yürüyüş parkuru cazip olmalı. Bunu da büyük ölçüde yerel işletmeleri destekleyerek yapmalıyız. Her köşe başında gördüğümüz zincir mağazaların yanından yürümenin bir cazibesi yok


Ama en güzeli daha en başta yaya odaklı bir şehircilik yapabilmekte. 


İnsan biyolojisinin en büyük başarılarından biri taşımacılıktır. Vücüdumuzda 100 bin kilometre damar var. Dolaşım sistemimizin başarılarından esinlenmemiz gereken iki konu  var.


Birincisi damarlarımızın 3 boyutlu yayılımları var:


Bizim de sadece yüzeyden giden yollardan değil, yer altından ve yer üstünden giden alternatif kanallara ihtiyacımız var. Örneğin İstanbul taşımacılığının sadece 10’u yer altından oluyor. 5’i denizden oluyor.


Biyolojiden öğreneceğimiz diğer bir esin kaynağı da alyuvarlardır. Oksijen taşıyan alvuyarlar, karaciğerin ya da midenin alyuvarı değildir. Bütün vücudun ortak kullanımına açıktır. Oksijeni bir organa taşıdıktan sonra başka organa hizmet ederler. Unutmayalım ki alyuvarlar paylaşım ekonomisi sayesinde yüzde 95 kapasite ile çalışıyor.


Toplu taşım ve paylaşılan araçlar çok daha verimlidir. Herkesin kendi arabasını satın aldığı, 2 saat kullanıp 22 saat aracın atıl kaldığı bir sistem verimli olamaz.


Ayrıca arabalara harcadığımız paranın yüzde 85’i yerel ekonomide kalmıyor. Halbuki toplu taşım yerel ekonomiyi geliştirmek açısından da çok önemlidir.


Peki, bir Türk şehri nedir? Hiç düşündük mü? Nasıl olmalıdır? Dünyadaki diğer birçok kültürlerden hangi özelliklerle ayrılır?


Binlerce yıllık kültürümüzle yoğrulmuş, olmazsa olmazlarımızı önce incelemeli ve bunlardan ders çıkarmalıyız.


Tarihimize bakarsak şehirlerimizde hakim iradenin, yani devletin baskınlığı gözümüze çarpmaz. Buna bakıldığında şu an yapılan sarayların, bakanlık binaların gösterişli hali bizim kültürümüzle bağdaşmamaktadır.


Şehirlerimizde yollarımız, meydanlara çıkar. Bu meydanlarda yönetim unsurları, camiler ve dükkanlar vardır. Şehrin kalbi meydanlarda atar.


Şehirlerimiz doğayla savaşmaz. Onunla bütünleşir, ona saygı duyar. Örneğin deniz kenarındaki şehirlerimiz kıyıya dik kurulur ki rüzgarlar içerilere girebilsin.


Ayrıca eski Türk evlerine dönülmeli, buna göre şehirler imar edilmelidir. Türk evlerinde hayatın büyük bölümünün geçtiği, sokaktan ayrılmış avlular vardır. Avlular neden önemlidir?


Doğal aydınlatma ve havalandırma sağlar. Mekanları birbirine bağlar ve birbirinden ayırır. Ekstra yaşam alanı sağlar. Bahçe atmosferi sağlar. Mahremiyet sağlar.


Türk evleri cumbalı ve kanatlı ahşap yapılardır. Cumbalar çok geniş bir manzara olanağı sağlar. Sokakta oynayan çocuklarımızın takibine fırsat verir. Sıcak günlerde evi güneşten korur. Ve pencereler de sokakla odaların etkileşimini sağlaması için alçak yapılmıştır. Cumba stili marka olacak mahallelerde belediyeler tarafından teşvik edilmelidir.


İnsanları mutlu edecek yaşam biçimi binlerce yıldır değişmedi.


Hepimiz komşularımızın bizi kolladığı, çocuklarımıza tüm mahallenin sahip çıktığı, yürüyerek hayatımızı idame ettirebildiğimiz ve sokakları cıvıl cıvıl olan, hayat kokan şehirler hayal ediyoruz. Böyle güzel şehirler kurmak hiç de zor değil. Yeter ki bu vizyonda yöneticilerimiz olsun.


İşte böyle bir Rize’de yaşamak hepimizin en büyük hayali değil mi?


İlk etapta zor gibi görünse de, eğer buna inanan yöneticiler ve bunun için çaba gösteren bir halk varsa yakın bir gelecekte hayata geçmesi hayal değil.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve rizeninsesi.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
timbir - birlik haber ajansi