Güzel bir yazıya hazırlanırken İstiklâl Marşı’mızın kabulünün 104’üncü yıldönümünü hatırladım ve Mehmet Akif’i ve İstiklâl Marşı’nın bilinmeyenleri yazmaya çark ettim.
Dostlar, şöyle kalemi, affedersiniz klavyeyi elime geçirince tereyağından kıl çeker gibi bir yazı yazamamamın sancısını yaşıyorum. Mutlaka bin yere bakıyorum. Hâlbuki bildiğim şeyler ama yine de teyit etmeden yazmak işime gelmiyor. Şimdi de öyle olacak.
İstiklâl Marşı için açılan yarışmaya 724 şiir gönderildiği halde yarışmayı kazanacak ve ebedi marşımız olacak şiiri yazacak adam henüz kalemi eline almamıştı. Sebebi ise, yarışma sonucunda ödenecek 750 lira idi. “Kurtulacağımızı haykıracak marş parayla mı yazılır” deyip uzak duruyordu. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver), “Bir çaresi bulunur” diyerek Akif’e yazdığı bir mektupla onu marşı yazmak için ikna etmeye gayret ediyor ve adeta yalvarıyor. Mektubun bir yerinde “Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç (heyecan) vasıtasından mahrum bırakmamanızı derin hürmetlerimle rica ederim” diyor ve üstadın kalemi eline almasını sağlıyor. Artık bundan sonra bu şiiri yazmak zor değildi. Akif, Meclisten, ikamet ettiği Tacettin Dergâhına gidip gelirken, derin uykudayken, yerken, içerken marşı düşünüyor, zaman zaman odasının duvarlarına tırnaklarıyla mısralar karalıyor ve nihayet, her bir kelimesi derunundan coşarak 41 mısralık bu şaheser ortaya çıkıyor.
Kâh dergâhın bahçesinden baktığı küçük bir yeşillikte “Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda” diyor; kâh toprağın altını düşünerek “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” mısraını yüreklere kazıyor.
Nihayet şiir bitmiş ve yarışmaya geçilmişti. 724 şiir şöyle böyle okunduktan veya okunmadan elendikten sonra Mehmet Akif’in, “O benim değil memleketimindir” deyip Safahat’ına bile almadığı İstiklal Marşı’nın okunmasına sıra gelmiştir. 12 Mart 1921 günü meclis genel kurulunda Hamdullah Suphi, o davudi sesiyle daha “Kokma sönmez bu şafaklarda…” dediği anda bütün milletvekilleri ayağa kalkıyor ve şiiri büyük bir coşkuyla dinliyordu. Yukarıdaki iki mısraa sıra geldiğinde Nafia Vekili Fazıl Paşa, “Bir daha… bir daha” demeye hazırlanıyordu. Nihayet üç kere haykırıyor; böylece şiir tam dört defa dinleniyordu.
Takdir edersiniz ki burada on kıtanın tahlilini yapmak mümkün değildir. Size yaşananlardan bir kesit sunmak için bu satırları karalıyorum. Çoğunuzun bildiği, “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” sözünü, tek parti yönetiminden bazılarının, onu ziyareti sırasında aralarından birisinin, hangi saikle söylediği bilinmeyen “Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı” sorusu üzerine hasta yatağından doğrularak söylediği biliniyor. O kişi kimse, aklınca şiiri beğenmemiş olacak.
Ödül meselesini de şöylece özetleyelim. Hamdullah Suphi’nin “hallolur” dediği konu da şöyle hallediliyor. Akif’e 750 lira teklif ediliyor fakat hiç elini sürmeden, o zamanlar cephede çok ihtiyaç duyulan giyim kuşam için bu parayı dikimevine bağışlıyor.
Bu vatanın bağrı yanık şairi için birkaç söz daha söyleyip yazımızı bitirelim.
Kurtuluş Savaşının manevi mimarlarından olan Mehmet Akif, daha sonraları mürtecilikle, inkılaplara karşı çıkmakla suçlanacak, o da buna dayanamayıp vatanı terk edecektir. Abbas Halim Paşa’nın davetiyle Mısır’a gidecek, Kahire yakınlarındaki Halvan adlı yere yerleşecek fakat burayı pek sevmeyecektir. Bu sırada Kahire Üniversitesi’nde profesörlüğü kabul ederek burada yine Türkçe’mize ve edebiyatımıza hizmet edecektir. 1935 yılında siroz teşhisi konuluyor, hava değişimi, tedavi çare olmayınca, 1936 yılının Haziranında Türkiye’ye döndü. Zaten hayali buydu. Bayrağına, toprağına, havasına, suyuna, manzarasına meftun olduğu topraklara dönüp burada ölmek…
İnsan harcamada pek mahiriz ya; Akif konusunda da böyle yaptık ne yazık ki. O koca şair, yazar, düşünür, veteriner hekim Akif, son günlerini İstanbul’da kâh hastanede kâh Alemdağ’daki köşkte sefalet içinde geçirmiş ve nihayet 27 Aralık 1936’da hayata gözlerini yummuştur. Yok, şapka giymedi, yok devrimlere kaşı çıktı, yok bilmem ne diyerek onu adeta linç etmeye çalışan güruh, cenazesini bile kaldırmak istemedi. Düşünebiliyor musunuz her gün onun yazdığı marşı okuyanlar bunu yapıyordu. Onu fukara ölüsü gibi gizlice gömmek isteyenlere karşı gençler bir çığ gibi koptu ve görkemli bir namazdan sonra aziz na’şını omuzlarda taşıyarak Edirnekapı Şehitliğine götürdüler ve sevdiği arkadaşı Ahmet Naim’in yanına defnettiler.
Allah ona merhametiyle muamele etsin!
Çok uzattığımı biliyorum ama affınıza sığınarak bir cümle daha yazacağım. 28 Şubat sürecinde ismini vermek istemediğim bir paşamız, Burdur’da kurulması düşünülen Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi için, “Şimdi de onun adını verecekleri bir üniversite kuracaklarmış. Biz bunları belleyeceğiz” demişti. Çok şükür o üniversite kuruldu. 28 Şubat bin yıl da sürecekti sözde…
Muhabbetle efendim!