“Ben sana mecburum bilemezsin…”
demişti Atilla İlhan.
Mecburiyet deyince akla hep aşk gelir.
Ama bu ülkede artık aşk da, mecburiyet de sadece kalbe dair değil.
Hayata dair.
Eskiden insanlar birbirine mecburdu.
Komşusuna, öğretmenine, doktora, manavına, minibüs şoförüne…
Bir güven duygusu vardı.
Kimse kimseye benzemezdi ama herkes bir şekilde birbirini tamamlardı.
Şimdi herkes birbirine benziyor ama kimse kimseye güvenmiyor.
Ekonomiye mecburuz mesela.
Markete girip çıktığımızda kredi kartına bakıyoruz: “Bu da geçti mi?”
Zamlar sabah kahvaltısı gibi düzenli artık.
Yumurta kutusuna bakıp şairleşiyoruz:
“Bir zamanlar altın sayılırdı bu, şimdi altından pahalı.”
Market arabası dolduramıyoruz; fileye mecbur kaldık, onun da içi boş.
Ben sana mecburum ekonomi, ama sen bana hiç acımıyorsun.
Eğitime mecburuz.
Çocuğun elinden tutup sabah servise veriyoruz.
Dönüşte alıyoruz, ama sanki her gün biraz daha eksilmiş geliyor.
Öğrenmeye değil, yarışa mecbur çocuklarımız.
Öğretmen bilgiyi aktarmıyor, veliyi yatıştırıyor.
Ders kitapları renkli ama içi boş; müfredat kalabalık, fikir yok.
Sorgulayan öğrenci değil, ezberleyen robotlar yetişiyor.
Ben sana mecburum eğitim, ama sen beni adam etmeye değil, yarışa koşuyorsun.
Adalete mecburuz.
Hakkımızı savunacak birini arıyoruz ama önce onun hangi görüşten olduğunu öğreniyoruz.
Adalet terazisinde bile marka, meşrep, etiket arıyoruz.
Dosyaların üstünde “dosya numarası” değil, “yakınlık derecesi” yazıyor sanki.
Adaleti isteyenler adliye kapısında bekliyor, adaleti bilenler VIP geçişten içeri giriyor.
Ben sana mecburum adalet, ama sen kiminle yakınsan ona çalışıyorsun.
Sağlığa mecburuz.
Ama doktor bulamıyoruz, randevu almak için sabah ezanından önce alarm kuruyoruz.
Hastane kapılarında beklerken hastalıktan değil, sistemden kırılıyoruz.
İnsanlar iyileşmeye değil, sabretmeye çalışıyor.
Bebek mamalarına kilit takılmış raflarda, “halk sağlığı”ndan söz ediyoruz hâlâ.
Ben sana mecburum sağlık, ama sen bana robot sesli çağrı merkezleriyle cevap veriyorsun.
Ve ahlak…
Ahlaka mecburuz.
Ama ahlak artık kişisel tercihlere indirgendi.
Birileri için yolsuzluk günah değil “fırsat,”
Birileri için vicdan, ancak kamera varsa çalışıyor.
Başörtüsü, miniden daha çok konuşuluyor ama kimse gözünü kısmıyor göze parmak sokan yalanlara.
Ben sana mecburum ahlak, ama sen artık sadece başlık olarak kalıyorsun haberlerde.
Aşka da mecburuz hâlâ…
Ama gerçek aşk da filtresiz fotoğraf gibi artık, az bulunuyor.
Kadın ve erkek birbirini tamamlayacağına yarışıyor.
İlişkiler “kim daha az severse o kazanır” oyununa dönmüş.
Sevgi sözcükleri mesajlaşmada emojiye, sohbetler sessize alınmış bir ilişkiye dönüşmüş.
Ben sana mecburum aşk, ama sen beni sadece okunmamış mesajda bırakıyorsun.
Ama hala umut var.
Belki bir gün,
Ekonomiyi değil insanı merkeze alan bir anlayışla,
Eğitimi yarış değil karakter üzerine kuran bir sistemle,
Adaleti torpille değil vicdanla yöneten bir vicdanla,
Sağlığı erişilebilir, ahlakı yaygın, aşkı gerçek yapabiliriz.
Çünkü biz aslında birbirimize mecburuz.
Yani en çok da insana.
Atilla İlhan haklıydı.
Ben sana mecburum, bilemezsin.
Ama sen kimsin?