Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı 2016 yılında imzaladı ve 2021 yılında onayladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 21 Eylül 2021 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Paris Anlaşması’nı onaylama kararını duyurdu. Ardından, 6 Ekim 2021 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda kabul edilen kanun teklifi, 7 Ekim 2021 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Paris İklim Anlaşması, küresel sıcaklık artışını 1,5 dereceyle sınırlamayı ve 2050 yılına kadar sera gazı emisyonlarını sıfıra indirmeyi hedefleyen!!! uluslararası bir anlaşmadır.
Türkiye’nin de kabul ettiği iklim anlaşması, yüzeyde bakıldığında çocuklarımıza daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için atılmış hayati bir adım olarak görülüyor. Sürdürülebilir tarım uygulamaları, temiz su kaynaklarının korunması, atmosferdeki sera gazlarının azaltılması gibi hedefler, her vicdan sahibi insanın desteklemesi gereken değerli ilkeler. Ancak perde arkasında bu anlaşmaların gerçekten masum olup olmadığına dair haklı endişeler de giderek büyüyor.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) yıllardır gündeme getirdiği ve özellikle Avrupa’da 21 ülkede 100’den fazla şirketin yatırım yaptığı “entomofaji” (yani böcek yeme alışkanlığının yaygınlaştırılması) projesi, bu sürecin farklı bir boyutunu gözler önüne seriyor. Gıda krizi ve karbon salınımını gerekçe göstererek geleneksel hayvancılığın yerine böcek proteinlerinin önerilmesi, sadece kültürel kodlarımıza değil, aynı zamanda ülkemizin tarım ve hayvancılık politikalarına da ciddi bir tehdit oluşturabilir.
Türkiye’nin küresel karbon salınımındaki payı yalnızca %1.2 iken; ABD %13, Çin ise %35’lik oranla bu yükün büyük kısmını oluşturuyor. Ancak, büyük kirleticiler kendi konforlarından çok da ödün vermezken, gelişmekte olan ve karbon sabıkası oldukça düşük olan ülkelere “iklim yasası” dayatmaları yapılması, akıllara şu soruyu getiriyor: Bu gerçekten çevreyi koruma amacı mı, yoksa farklı ajandaların kapısı mı aralanıyor?
Türkiye’ye bu süreçte 3.1 milyar Euro gibi bir “yeşil fon” kredisi sunulması da konunun ekonomik boyutunu gözler önüne seriyor. Bu fonlar, sözde çevreci projeler için kullanılırken; yerli üretici, küçük çiftçi ve hayvancılıkla geçinen binlerce aile, endüstriyel tarım ve dev şirketlerin baskısı altında ezilebilir.
Dolayısıyla iklim yasalarının içeriği, uygulama biçimi ve özellikle küresel şirketlerin bu süreçteki rolü dikkatle incelenmeli. Elbette ki doğayı korumak, sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek zorundayız. Ancak bu hedefe ulaşmanın yolu, kültürel yapımızı, tarım ve gıda bağımsızlığımızı tehlikeye atmak olmamalıdır.
Bugün “iklim yasası” adı altında yapılan her düzenlemenin, yarın bir dayatma haline dönüşmesini engellemek, hem çevreyi hem de milli çıkarlarımızı korumak açısından hayati önem taşıyor.