Türkiye yine bildik bir sabaha uyandı: Seçilmiş belediye başkanlarına yönelik operasyonlar, gözaltılar ve beraberinde gelen büyük bir tartışma. Oysa mesele bir sabah operasyonunun ötesinde, uzun süredir görmezden gelinen yapısal bir sorunun dışavurumu.
İddialar bir kişinin ifadesine, hatta kimi zaman bir başka kişinin o ifadeyi “beğenmiş” olmasına dayanıyor. Bu kadar kırılgan gerekçelerle, sabaha karşı belediye başkanlarını gözaltına almak, sadece bir yargı işlemi değil; toplumda oluşan güven çatlağını derinleştiren bir gösteriye dönüşüyor.
Bir yanda “iftira” diyenler, diğer yanda “itiraf” diyenler… Tıpkı kumpas davalarının yaşandığı dönemlerde olduğu gibi. O gün “itiraf” diye alkışlananlar, bugün “iftira” olarak tarihe geçti. Ve o ifadeleri alanlar, sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı darbe girişiminde bulundular. Hafıza tazelemek gerekirse, o günün sessizliği bugünün çığlığına dönüştü.
Şimdi sormak gerekiyor: Madem bir belediye başkanına yönelik ciddi iddialar var, neden usule uygun biçimde ifadeye çağrılmıyor?
Gerekirse zorla da getirilir elbette. Ama sabaha karşı gözaltı görüntüleri, kamuoyunda hukuk devleti ilkesine gölge düşürüyor. Çünkü adalet, sadece uygulanma biçimiyle değil, sunuluş tarzıyla da toplumda meşruiyet kazanır.
Hukukun temel ilkesi olan “eşitlik”, yalnızca mahkeme salonlarında değil, gözaltı sürecinde de geçerli olmalı. Bugün geldiğimiz noktada yerel yönetimle merkezi yönetim arasında giderek artan bir gerilim yaşanıyor. “Topal ördek” benzetmeleriyle siyaset yeniden kutuplaştırılıyor. Oysa devlet bir bütündür. Bu bütünlük zedelendiğinde ilk kırılan şey, halkın güvenidir.
Peki partiler bu süreçte nasıl bir pozisyon alıyor?
Belediye başkanlarını aday gösteren siyasi partiler, kendi iç denetimlerini yapıyor mu?
Bu soruyu sormak şart. Çünkü eğer ortada gerçekten yapısal bir sorun varsa, bunun geçmişi sadece bugünün değil, geçmiş dönem yönetimlerine ve muhalefetin kendi pratiğine de uzanır.
Artık şu gerçekle yüzleşmek gerekiyor: Türkiye’de belediyecilik anlayışı uzun süredir “hizmet”ten çok “rant” etrafında dönüyor. İmar artışı neredeyse bir hukuki kazanım gibi görülüyor. Belediyeye işi düşen bir müteahhit, ödeme yapmadan, birilerini memnun etmeden işini ilerletemeyeceğini düşünüyor. Bu, yerel yönetim pratiğinin geldiği acı noktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeni kazandığı belediyelerde de benzer bir beklenti oluşmuş durumda.
Geçtiğimiz günlerde, bu alanda çalışan bir müteahhit arkadaşıma “Yeni yönetimle bir maliyet çıktı mı?” diye sordum.
Cevabı netti: “Henüz yüzleşmedik ama bir maliyet olacağını biliyoruz.”
Bu, sistemin nasıl kanıksandığını gösteriyor.
Buradan çıkışın yolu, sadece operasyonlar ya da soruşturmalar değil. Esas mesele, siyasetin finansmanını şeffaf hale getirmek. Eğer gerçekten yeni bir anayasa tartışması açılacaksa, bu başlık masanın en başına konulmalı. Siyasi partilere verilen hazine yardımı artırılmalı. Evet, artırılmalı. Bugün 4 milyar TL veriliyorsa, bu rakam 8 milyara çıkabilir. Çünkü bu sayede, siyasetçinin “başımın çaresine bakmalıyım” bahanesi de ortadan kalkar. Parti de, aday da, finansman için gri ilişkilere mecbur kalmaz.
Bu sayede hem yerel hem genel düzlemde hukuk daha istikrarlı işler. Hem siyasetin üzerindeki parasal baskı kalkar, hem de kamu vicdanı rahat eder. Eğer bugün sabah operasyonları yapılabiliyorsa, aynı ciddiyetle, kamu yönetiminde şeffaflık ve etik de yeniden tarif edilmelidir.
Son olarak, irtikap ve rüşvet suçları üzerinden yürütülen soruşturmalarda da temel bir çelişki var. Rüşvet alan da, veren de suçludur. Ancak irtikapta, kamu görevlisi kendi nüfuzunu kullanarak para talep eder. Bugün yaşananlarda, yalnızca kamu görevlileri hedef alınıyor; parayı verdiğini söyleyenler ise sistem dışı bırakılıyor. Oysa hukuk herkese eşit uygulanmadıkça, adalet duygusu da zedelenir.
Şimdi mesele bir kişiyi hedef almak değil; sistemi dönüştürmektir. Aksi hâlde, yarın bir başka sabah, başka isimlerle aynı manzaraları yaşamaya devam ederiz.
Ve bu kısır döngüden en büyük zararı yine halk görür.