Geçen yıl bu zamanlar; Şimşir ormanlarına doğru kıvrıla kıvrıla giden yolda, yolun sağında bir patika beliriverdi. Tesadüfen değil de, sanki biri fısıldamış gibi oraya saptık. Patika’nın sonunda, adıyla müsemma küçücük bir kafe çıktı karşımıza. İki masalı, şirin mi şirin bir yerdi.
Ama o kafenin asıl sırrı, duvarlarındaydı.
Neredeyse her karışına küçük notlar iliştirilmişti. Renkli kâğıtlara yazılmış, kimisi solmuş, kimisi yeni asılmış. İnsan, gözlerini nereye çevirse bir itirafla, bir dua ile, yarım kalmış bir aşkın satırlarıyla karşılaşıyordu.
Tam çıkarken, sağ taraftaki gaz lambasının altına iliştirilmiş üç büyükçe kâğıt dikkatimi çekti.
Gözlerim küçük yazıları okuyamıyor artık, ama içimdeki merak, parmaklarıma hükmetti. Fotoğrafını çektim ve o an için yolumuza devam ettik.
Ve şimdi, deniz kenarında şezlongda uzanmışken bir temizlik telaşına düşmüş telefonumda, o fotoğraflarla karşılaştım yeniden.
Büyütüp okuyunca, içimden bir şeyin titrediğini hissettim.
Mustafa yazmıştı bu satırları. Zehra’ya.
Üç ayrı kâğıda, bir gönül yükünü sığdırmıştı Mustafa ve Zehra. Kimi zaman pişmanlıkla, kimi zaman umutla… Ama en çok da bekleyen bir kalbin sükûneti vardı yazdıklarında.
Merak dayanılır gibi değildi. Kafenin numarasını bulup, sahibine ulaştım.
Ve hikâye döküldü kelime kelime:
Mustafa, o kafenin müdavimiymiş. Sessiz, içine kapanık biri. Zehra’yı da o kafeye ilk kez yaz yağmurlarının birinde getirmiş.
Duvarlar şahitti.
Hikaye uzun lakin köşemiz sınırlı. daha sonraki yazımda Zehra’nın Mustafa’ya yazdığı mektuptan ve kalan hikayeden bahsedeceğim .
Zehra Antalya’ya taşınmıştı. Hatta yazları Elmalı Yaylası’nda geçiriyordu. Mustafa’nın Zehra’ya yazdığı o ilk mektup;
Yayladan Sana Bir Mektup:
“Neler Olur Belli Mi Ola”
**
Selamun aleyküm SevdaM,
Bu satırları fırtına deresinin kenarında, taşın üstüne oturup yazayrum. Az önce mavi dumanlar içinde mısır ekmeğimi yedum, bi yudum da yayık ayranı içtum ama boğazımda kaldı. Çünkü yokluğunla hiçbir şeyin tadı yok…
Yaylada kuzular yayılmayınca, içime de neşe yayılmiyi. Her yer yeşil ama içim kurumuş çayır gibi. Hani diyler ya, “Göz görmeyince gönül katlanur”… Yalan hepsi,yalann. Görmeyince özlem daha bi batar insanın yüreğine.
Hatırlayisun mi, geçen sene bu zamanlar burda tulum çalarduk. Sen horona kalkardun, ben de seni izlerken parmaklarımı oynatamazdum, kalbim avucumda atardi sanki. Şimdi aynı çimen, aynı hava, aynı rüzgâr… Ama sen yoksun.
Aşk, bazen beklemektir. Bazen özlemek. Ama en çok da yarım kalmaktır. Bugün yine sana geliyorum, adımlarımla değil belki ama kelimelerimle…
“Yorulmuşsundur, gel otur şöyle” diyecek bir ses eksik işte. O sıcaklığı mısır ekmeği veremeyi,o huzuru hiçbir yayla rüzgârı taşıyamayı. Bir sarılmaya hasret kaldum. Bi gece ay ışığında sırtını yasladığın kayalar bile seni sorar gibi durur.
O dudakların… taze kiraz gibiydi. Ama sen öptürmezsin, bilurum.. Sevdalukta da biraz naz olacak elbet, ama bu kadar hasret yakar insanı yârim. Sen bi kucak açsan, ben ömrümü bırakırım oraya. Aç kollaruni, sıkı sıkı boynuma dola… Neler olur, belli mi ola?
Sevda ha bu dağlarda yoğrulur. Fırtına deresine atsan düşmez, çünkü sevdanın suyu ağırdır. Ben seni içime kazıdım. Şimdi bi sen varsun, bi de sensizlik.
Hadi, azıcık cesaret. Bi yazı yaz, bi haber yolla. Belki senin “gel”inle, yaylaya da bahar geri gelir. Kim bilir…
Tulumum sustu, ama içim hâlâ seni çalıyor.
Ben burdayum…
Sen de beni anarsum
Belki…
Aç kollarını, sıkı sıkı boynuma dola
neler neler olur, belli mi ola.
Sevdayla kal SevdaM
MustafaN